Her toplumun geleceği, eğitiminin kalitesiyle doğru orantılıdır. Ancak Türkiye gibi potansiyel açısından zengin bir ülke, eğitimdeki temel sorunları çözmeden ne yazık ki o büyük sıçramayı yapamıyor. Düşünün, dünyada eğitim sistemini merkeze koyarak gelişmiş ülkeler nasıl bu kadar başarılı oldu? Güney Kore, Singapur ve Çin gibi ülkelerin ortak noktası, eğitimi bir devlet meselesi olarak ele almalarıydı. Türkiye’nin de bu yolda ne yapması gerektiğini konuşalım.
Eğitimin zayıf karnı sadece öğretim içeriğiyle sınırlı değil. Üniversiteye giriş sistemi, liyakat eksikliği ve akademisyenlerin içinde bulunduğu adaletsizlikler bu sorunların temelini oluşturuyor. Özellikle yükseköğretimde kontenjanların artırılması, öğrenci kalitesinin düşmesi ve bilim üretiminin teşvik edilmemesi, eğitim sistemini zayıflatıyor. Akademisyenlerin karşılaştığı sorunlar ise başka bir boyut ekliyor. Düşünün ki bir akademisyen, düşük fizik netiyle bir üniversite kazanabildiğini gösteriyor, bunu yaparken amacını da açıkça ifade ediyor: “Bu sistemde sorun var.” Ancak bu açık bir eleştirinin bile cezalandırılması, tartışılması gereken sorunların üzerini kapatıyor.
Bir başka dikkat çekici nokta, Türkiye’nin genç nüfusunun potansiyelini değerlendirmekteki başarısızlığıdır. Bugün gelişmiş ülkeler, yetenekli bireyleri kendi topraklarına çekmek için mücadele ediyor. İngiltere gibi ülkeler, dünyanın en iyi 100 üniversitesinden mezun olanlara oturum izni sağlayarak bu insan sermayesini çekiyor. Türkiye ise kendi değerlerini elinde tutamıyor. En parlak gençlerimiz, eğitim için yurt dışına gidiyor ve büyük çoğunluğu geri dönmüyor. Bunun nedeni sadece ekonomik ya da sosyal koşullar değil; bu gençlerin ülkelerine olan güvenlerini kaybetmiş olmaları.
Eğitimde liyakat, çözümün temel taşıdır. Eğer bir toplumda eğitimin merkezine liyakat konulmazsa, sistem bozulmaya mahkûmdur. Liyakat yalnızca doğru kişiyi doğru pozisyona yerleştirmekle ilgili değildir; aynı zamanda bir kültürdür. Liyakat kültürünün yerleştiği toplumlarda, bireyler çalışmanın değerini anlar. Çalışarak bir yere gelen bireyler, hak yemenin sonuçlarını bilir ve sistemin devamlılığını sağlamak için çalışır.
Bir başka önemli konu, üniversitelerin ve öğrencilerin uluslararası sıralamalardaki yeridir. Türkiye’de eğitim, sıralamalarda geriye düşmekle kalmıyor, aynı zamanda içeriğiyle de sorgulanır hale geliyor. Üniversite mezuniyetleri kolaylaştırılıyor, akademik başarı ödüllendirilmiyor ve öğrenciler sürekli düşen bir kaliteyle karşı karşıya kalıyor. Bu da daha düşük kaliteli mezunlar, daha az rekabetçi bir iş gücü ve sonuç olarak daha zayıf bir ekonomi demek.
Eğitimdeki bu çıkmaz, bireylerin gelecekle ilgili motivasyonunu da etkiliyor. Çalışmanın sonuç getirmediğine inanmak, gençlerin risk almasını engelliyor. Oysa başarı için risk almak, başarısızlığı göze almak kadar doğal bir süreçtir. Başarının sadece çok çalışmakla değil, doğru şartlarla ve fırsatlarla mümkün olduğunu anlamamız gerekiyor. Gençlere, başarısızlığın da hayatın bir parçası olduğunu, bunun bir son değil, bir başlangıç olabileceğini anlatmamız lazım.
Türkiye’nin bu karanlık tablosunda umut ışığı nerede? Cevap basit: Eğitim reformu. Ancak bu reformun sadece teknik düzenlemelerden ibaret olmaması gerekiyor. Eğitim reformu, bir zihniyet değişikliğini de beraberinde getirmeli. Doğru insanları doğru pozisyonlara getirerek liyakat kültürünü oturtmalı, bilim insanlarını desteklemeli ve en önemlisi, eğitimi toplumun merkezine yerleştirmeliyiz.
Son olarak, bireylerin sorumluluk alması gerekiyor. Eleştirmek kolaydır, ancak çözüm üretmek cesaret ister. Her birey, kendi yetki alanında doğruyu savunarak bu değişimin bir parçası olabilir. Akademisyenlerin, gazetecilerin, öğrencilerin, velilerin ve karar alıcıların hep birlikte bu mücadeleye katılması gerekiyor.
Türkiye, potansiyelinin çok altında. Ancak bu, bir kader değil. Hepimiz üzerimize düşeni yaparsak, eğitim sistemini onarabilir, geleceğe umutla bakabiliriz. Önemli olan bu umudu kaybetmemek ve harekete geçmek. Çünkü harekete geçmediğimiz her gün, geleceğimizden biraz daha çalıyor.