Hayat, inişli çıkışlı bir yolculuk. Bazen zirvelere tırmanırken, bazen de derin vadilere yuvarlanırız. Bu yolculukta, kendimizi en çok zorlayan şeylerden biri de başarıya giden yolda kendi kendimize kurduğumuz tuzaklar. Belki de farkında bile olmadan, potansiyelimizin önünde bir duvar örüyoruz ve neden böyle davrandığımızı anlamakta zorlanıyoruz.
Düşünsenize, bir futbol maçını izliyorsunuz. Takımınız maç boyunca üstün bir performans sergiliyor, sayısız gol fırsatı yaratıyor. Goller kaçıyor, direkten dönen toplar, adeta kader ağlarını örüyor. İşte o an, o kaçan gol pozisyonlarının ardından bir şeyler değişmeye başlıyor. Maçın kaderi değişiyor. Sanki bir düğmeye basılmış gibi, defans birden çözülüyor, rakip kolayca gol buluyor. Hani o maç boyu o kadar iyi oynayan takım, birden bire bir hiçmiş gibi. Peki, ne oldu da bu kadar ani bir çöküş yaşandı?
İşte tam bu noktada, beynimizin gizemli dünyası devreye giriyor. Belki de ‘atamayana atarlar’ klişesinin arkasında yatan nörolojik bir gerçeklik var. Dopamin… Hepimiz onu biliyoruz, duyuyoruz. Sanki her şeyin anahtarı o. Dopamin, bizi o istediğimiz, o hayalini kurduğumuz ödüle götüren yolda, yani süreçte devreye giriyor. Bizi harekete geçiren, hedefe ulaşma arzusunu kamçılayan o tatlı heyecan. Sofraya oturduğumuz an, yemeğe başladığımız o ilk lokmada, dopamin düşmeye başlıyor. Çünkü o dopaminin işlevi, bizi sofraya oturtana kadardı. Peki, o maçta o takım neden birden düştü?
O maç boyu gol yemeden oynayan, o muhteşem savunma, bir anda neden bu kadar kötüleşti? Çünkü beynimiz, o ikinci golü kaçırdığımız anlarda bir sonuca ulaştığımızı varsayıyor. “Hah,” diyor beynimiz, “Demek ki 2-0 yapacağız ve konu kapanacak.” İşte o an, o rahatlama anı, motivasyonu düşürüyor. Artık o kazanma hırsı, o başarma arzusu sönmeye başlıyor. Hani o direkten dönen top, aslında bir zafer işareti olmalıydı. Ama beynimiz, o anda adeta bir ‘artık bitti’ mesajı veriyor.
Ben de bu duyguyu hayatımın farklı noktalarında o kadar çok yaşadım ki. Kendimi bir şeye ulaşabileceğim konusunda kesinlikle ikna ettiğim anlarda, nedense o işi yapma arzusunu içimde bir türlü bulamıyorum. Sanki o ulaşılacak şey, o kadar yakın ki, artık bir anlamı kalmamış gibi geliyor. İşte bu durum, bizi bir sürü şeyden mahrum bırakıyor. Bir proje, bir hayal, bir ilişki, her ne olursa olsun… “Ben onu yapabilirim, bunu yapabilirim,” derken, bir bakıyoruz ki aslında hiçbir şey yapmamışız.
Oysa ki, başarıya giden yolda özgüvenin aşırısı da bir engel olabilir. Çünkü aşırı özgüven, beraberinde bir rahatlık getiriyor. Sanki her şey cepte, her şey kolaymış gibi hissediyoruz. Oysa bu, çok tehlikeli bir illüzyon. Bir gün geliyor, o kadar emin olduğumuz o kendimize güven, o rahatlık, bizi öyle bir yere getiriyor ki, tek bir küçük başarısızlık, bütün o hayal dünyamızı paramparça ediyor. Ve işte o zaman, depresyonun kapıları aralanıyor.
Aslında çoğumuz başarısız olduğumuz için değil, tam tersine, başarılı olabileceğimizi düşündüğümüz için başarısız oluyoruz. Sanki başarıya ulaşmak, düşündüğümüz kadar kolaymış, sanki her şey otomatikman olacakmış gibi… Bu hayaller, bu illüzyonlar, dopamini erken salgılatıyor. Oysa dopaminin asıl görevi, o sürecin kendisi, o yolda ilerlerken bize eşlik etmek. Oysa biz hayal kurarak dopamini erken yükseltiyor ve aslında kendi başarımızı sabote ediyoruz.
Çağımızın en büyük sorunlarından biri de bu. Sürekli bir başarma hayali içinde yaşıyoruz. Filmler, diziler, sosyal medya, yapay zeka… Her şey bize başarıyı, mükemmelliği ve ulaşılabilirliği sunuyor. Hayal gücümüz inanılmaz derecede gelişti. O kadar çok hayal kuruyoruz ki, hayallerimiz gerçeklikten uzaklaşıyor. Biz, kendimizi o başarı anlarında hayal etmeye o kadar kaptırıyoruz ki, bu hayal bile dopamin salgılatıyor.
Bu erken salgılanan dopamin, o asıl mücadele anında, o çabayı göstermemiz gereken zamanlarda bize gereken o motivasyonu vermiyor. Oysa dopamin, düşük olmalı ki biz bir şey yaptıkça yükselsin. İşte o zaman, o gerçek başarıya ulaşırız. O hayali kurduğumuz, o ulaşılabilir sandığımız her şey, ancak o zaman gerçeğe dönüşebilir.
Bu yüzden hayatımızdaki o ‘atamayana atarlar’ durumunu, sadece futbola veya diğer sporlara indirgemek yerine, hayatımızın her alanında karşımıza çıkan bir durum olarak görmek gerekiyor. O maçta yaşananlar, aslında hepimizin kendi iç dünyasında yaşadıklarının bir yansıması. Bizim kendi potansiyelimizi, kendi yeteneklerimizi baltaladığımızın bir göstergesi.
O halde, hayatımızda başarıyı gerçekten elde etmek istiyorsak, o aşırı özgüven tuzağından kurtulmalı, hayallerimizin peşinden giderken, o hayallere ulaşmanın kolay olmadığını, mücadele etmemiz gerektiğini unutmamalıyız. Dopaminin bizi sadece süreçte motive etmesine izin verelim, başardığımızı zannettiğimiz anlarda, rahatlamaya değil, asıl şimdi mücadele etmeye devam edelim. Unutmayalım ki, hayat gerçek bir maraton. Ve asıl zafer, o maratonun sonunda, o yolda öğrendiklerimizle, o zorlukların üstesinden gelerek elde ettiklerimizle kutladığımızdır. Başarı, sadece bir sonuç değil, aynı zamanda bir yolculuktur. Bu yolculukta, kendimize karşı dürüst olalım ve potansiyelimizin önündeki görünmez engelleri aşalım. Unutmayın, kendi kendinizin en büyük düşmanı da, en büyük destekçisi de sizsiniz. Haydi, o engelleri aşma zamanı